‘CENNET KARDEŞLİĞİ’

Neşenin, hüznün, coşkunun, sevginin, ümidin, kararsızlığın, evrendeki tüm duyguların kadrajına girmesi, en büyük tutkularındandı. Neredeyse profesyonel sayılacak güzellikte pozlar yakalıyordu. Çekimler sırasında farklı bir dünyada gibiydi!

O gün, yine voleybol antrenmanı vardı. Neşe, üniversite takımının kaptanıydı. Oynadıkları ilk beş maçı kazanmışlar, ligde lider durumundalardı. Geçirdiği ciddi sakatlıktan sonra ancak toparlayabilmiş, 20. yaşıyla beraber tekrar eski formunu yakalamış, adeta hayatının ikinci baharını yaşıyordu. Hayali, Milli Takım’a çağrılmak, büyük takımlardan birine transfer olmaktı. O mücadeleci ve hırslı yapısı Neşe’nin yaşamındaki baş aktörlerden biriydi. Neşe, arkadaşlarıyla birlikte antrenman sonrası her zamanki gibi takıldıkları kafede oturup muhabbete koyuldu. Herkes ayrı dertliydi. Neşe, eve gidiş-geliş saatleri için babasıyla yaptığı kavgaları anlattı. Kızlardan biri nişanlısıyla arasında geçen tatsız olayları sıraladı. Bir diğeriyse, işe girip çalışması gerektiğini, ailesinin durumunun kötü olduğundan bahsetti. Hepsi ağlama duvarı gibiydi! 20’li yaşlarda olup, bunca karamsar konuyu sıralamak büyük başarıydı doğrusu! Neyse ki, Yeliz, her zamanki gibi müthiş esprileriyle kara bulutları dağıtmıştı. ‘Artık kalkalım’ diye düşündüler. Antrenman yorgunluğuyla ağır ağır yürürlerken, Neşe, birbirinden güzel motosikletlerin satıldığı mağazanın önünden geçerken yine derin bir iç çekti. Kızlara dönerek, ‘’Göreceksiniz, ilk transfer paramla buradan bir motor alacağım’’ deyince, o anda kahkahalar koptu. Artık yavaş yavaş hepsi kendi evlerinin yolunu tuttu. Eve yaklaşırken, annesi telefonla aradı. İlk sözü, ‘’Kızım neredesin?’’ oldu. Ondan marketten birkaç şey almasını istedi. Neyse ki, babasından önce eve ulaşmayı başarmıştı. O akşam yemekten sonra, “Erkenden yatacağım” deyip odasına çekildi. Her zamanki gibi TV’de müzik kanalı açıktı. Akşam saat on civarı Murat aradı. Murat liseden beri, Neşe’nin en iyi arkadaşlarından biriydi. İkisi de birbirinin her şeyini bilirdi. Çok uzun süre konuşup hasret giderdiler. Murat, motor tutkunuydu, hız yapmaya bayılırdı. Neşe, motordan hoşlansa da hızdan nefret ederdi. Her konuşmasında Murat’a ‘’Senin gibi bir dostu kaybetmek istemiyorum” diyerek uyarırdı. Murat, takıldığı motorlu grupla, hafta sonu geziye çıkacaklarını söyleyerek Neşe’nin de gelmesi için çok ısrarcı oldu. “Babam kesinlikle izin vermez” diyen Neşe, üzgün olduğunu belirtti. Halbuki harika bir fikirdi, müthiş fotoğraflar çekebilirdi. Biraz canı sıkılsa da çaresizce kabullendi. O gece, antrenmanın verdiği yorgunlukla deliksiz bir uyku uyudu. Nihayet hafta sonu gelmişti. En sevdiği şeylerden biri de sahilde patene binmekti. O minik fotoğraf makinesini de yanından hiç ayırmazdı. Her an sürpriz görüntüler karşısına çıkabilirdi! O gün kızlarla patenleri adeta aşındırdılar. Çok hoş fotoğraflar çekmişti. Bisiklete binen minik çocuklardan, çok sevimli yavru köpeklere kadar, unutulmaz anlar yakalamıştı. Neşe’nin abisi 30’lu yaşlardaydı. Üniversite için gittiği Amerika’ya yerleşmişti. Evlenmiş, bir de erkek çocuğu olmuştu. Kız kardeşinin çektiği fotoğrafların en sıkı takipçisi abisi Ahmet’ti. Biraz da memleket hasretiyle daha bir ilgiyle takip ediyordu. Yaz geldiğinde, Türkiye’ye gelip uzun süre kalmayı planlıyordu. Sahilden eve dönerken Ahmet onu aramış, eve gidene kadar epeyce konuşmuşlardı. “Burada para da çok, imkan da. Ama vicdandan nasibini almamış insan pek çok” sözleri telefonu kapatmadan önce söylediği son cümlelerden olmuştu. Birbirlerini çok sevdiklerini söyleyip telefonu kapattılar. Eve döndüğünde yemek için annesine biraz yardım etti; sofrayı beraber kurdular. Babası, bir iş yemeği sebebiyle gece geç gelecekti. Yemekten sonra, ana kız bol bol lafladılar. Saat on bir olmuş, babası henüz gelmişti. Çalan telefona baktığında, arayan numarayı tanıyamamıştı. Liseden Murat’la ortak arkadaşları Caner arıyordu. Sesi çok üzgün geliyordu. “Ne oldu? Kötü bir şey mi var?” demeye kalmadan “Murat’ı kaybettik” cümlesini duydu. O an, Neşe’nin başından aşağı kaynar sular boşalmıştı. Caner, şaka olmayacak kadar ağlamaklı bir ses tonuyla; “Şehir dışına giderken bir araç, motoruna çarpmış, o da yerde sürüklenip hayatını kaybetmiş.” diyebildi. Neşe, “Allah’ım ne olur, gerçek olmasın” diye içinden dua ediyordu. Caner, “Ailesi cenazeyi alıp İstanbul’a dönecekmiş, haberleşiriz” diyerek telefonu kapattı. Kelimeler tükenmişti. Annesine uzunca bir süre sarılıp gözyaşı döktü. En sevdiği arkadaşını kaybetmiş, sanki canından bir parça kopmuştu. Babası da eve gelmiş, Neşe’yi teskin etmeye çalışıyordu. “Yirmi yaşında bir insanın günahı ne olabilir baba? Hiç kimseye zararı olmayan, masum biriydi! Milyonlarca kötü insanın yaşayıp tertemiz Murat’ın ölmesi adalet mi baba?” dedi. Gerçekten çok üzgündü, sürekli sitemkâr cümleler kuruyordu. Babası, “Öyle deme, günaha girme!” dedi. Ama Neşe, babasını hiç dinlemeden odasına gitti. O gece çok az uyudu. Ertesi gün, telefonla cenazenin öğleden sonra kalkacağını öğrendi. Baş sağlığı dilemek için Murat’ın ailesinin evine gitti. Ev, ağlamaktan gözleri şişmiş insanlarla doluydu. Orada öyle çok sıkıldı ki, kendini cenazeye kadar zor tuttu. Neyse ki, vakit gelmiş, Murat’ın cenaze namazı kılındıktan sonra cenazeyi defnetmeye götürmüşlerdi. Mezarlığa kadar gidip, en son yapılan duadan sonra oradan ayrıldı. Bu, hayatında hiç yaşamadığı bir acıydı! Yüksek bir tepeden aşağı yuvarlanıyor gibi hissediyordu! Sanki yıllarca düşmeye devam edecekti. Nedense ayakları, onu sahile götürdü. Elleri cebinde, rüzgârın savurduğu saçlarını önemsemeden, uzun uzun yürüdü. Sorular kafasından öyle hızlı geçiyordu ki, cevapları onlara yetişemiyordu. O an, sahile vuran dalgaların sesi bile adeta işkence olmuştu. Oysa ki bayılırdı denizi seyretmeye, kokusunu hissetmeye… Eve döndüğünde duvarlar sanki üzerine geliyor gibiydi. Murat için bir şeyler yapmalıydı. Annesi dua etmesini söyledi. Kendi kendine, “Toprağın altında canı yok, beni nasıl duyup hissedecek!” diye düşündü. Odasında küçük bir mum yaktı, arkasına da Murat’ın bir resmini koydu. Odasının ışığını kapatıp sessizce ağladı. Çok çaresizdi. Bu karanlık tünelden çıkabilmek için bir yol arıyordu. Bir gece evvelki uykusuzluğun verdiği yorgunlukla, gece yarısı uykuya yenik düştü. Annesi onu merak edip odasına girdiğinde yanan mumu söndürdü, üzerini örtüp sessizce odadan çıktı. Günlerden Murat’sız bir gündü. O gün yine antrenmanı vardı. Oysa ki, hiç gidesi yoktu. Ama hem takım kaptanıydı hem de önemli bir maçı yaklaşmaktaydı. İsteksizce geçen bir antrenmandan sonra, kızlara hiç takılmadan, Murat’la eskiden sık gittikleri Kadıköy’deki bir kafeye gitti. Sanki karşısında o varmış gibi içeceğini yudumladı. Sanki onunla konuşuyormuş gibi uzun süre orda kaldı. Artık gitme zamanıydı. Murat’la vedalaştı. Yavaş yavaş kalabalığın içinde kayboldu. Biraz yürüdükten sonra, caddede patenli birkaç kız ve erkekten oluşan bir grup gördü. Ellerinde pek çok broşür vardı. Sırf patene olan sevgisinden dolayı o broşürlerden birini aldı. Yine neyi satmaya çalışıyorlardı acaba? Belki de bir kurs reklamı olabilirdi. Oysa ki bambaşka bir durumla karşılaşmıştı. Çok enteresan sorular peş peşe sıralanmış, bunların cevaplarının bulunacağı internet sitelerinin adresleri verilmişti. Sorulardan biri fazlasıyla ilgisini çekti.

-Savaşlarda ölen masumların, çocukların Allah katında durumu neydi?

-Neden bazı insanlar, kötü olmalarına rağmen yüz yaşına kadar yaşıyor, bazılarıysa gencecik yaşta ölüyordu? Bu, Allah’ın adaletiyle nasıl bağdaşabilirdi?

Şimdi bu da neyin nesiydi? Acaba bunlar misyoner miydi? Haberlerde bir keresinde böyle şeyler dinlemişti. Kâğıdı katlayıp cebine koydu. Merakını o an için erteledi. Çok uzun mesafeyi yürümeye karar vermişti. Yorgunluğuna rağmen eve erken gitmeyi hiç istemiyordu. Araba gürültülerinden kurtulmak için sahile doğru yöneldi. Yosunlardan gelen o tuhaf koku, denizin o huzur veren sessizliği, martıların çığlıkları, balık tutanların umutla bekleyişleri, teknelerin nazlı nazlı salınmaları… Nedense tüm bunlar onun çok hoşuna gidiyordu. Biraz da olsa rahatlamak için bir yol arıyordu. Köpeklerin birbirleriyle olan oyunlarını izlerken hızla geçen bisikletlere çarpmadan yürümeye devam etti. Patenlerle kayanları görünce, ‘keşke yanımda olsalardı’ diye aklından geçirdi. Bir süre sonra, karşıdan gelen patenli bir grubun, yoldan geçenlere broşür dağıttıklarını gördü. Bir an ‘hayal mi görüyorum’ diye düşünürken, daha önce aldığı broşürün bir benzeri tekrar elindeydi. Bu garip rastlantı onu çok şaşırtmıştı. Dikkatlice incelemeye koyuldu. Onu şaşırtan sorular devam ediyordu.

-Biz hep insan mıydık? Yoksa hayvanlardan mı evrimleştik?

-Evren yoktan mı var edildi?

-Canlılık tesadüfen mi oluştu?

-Güçlü olan hayatta mı kalır? Yoksa canlılarda şefkat, yardımlaşma, dayanışma var mıdır?

-Zamanın göreceliliği nedir?

-Ölüm insanın yok oluşu mu? Yoksa yeni bir hayata başlangıç mı?

Bu sorular uzayıp gidiyordu. Pek çok internet sitesi adresi vardı. “Ayrıca yüzlerce sorunuza cevap bulabilirsiniz.” ifadesi dikkat çekiciydi. Ama en etkileyici başlık, “Gerçeği hiç düşündünüz mü?” olmuştu. Hangi gerçeği düşünmesi gerektiğini kendi kendine sordu. Yaşam nasıl başlamıştı? Okulda öğretmenlerinden ‘ilkel çorba’ diye bir kavramı, sonrasında ilk hücrenin ortaya çıktığını, zamanla çok hücreli canlıların oluştuğunu, sonrasında da sırasıyla omurgasız ve omurgalı canlıların, en sonunda da maymun, şempanze gibi canlılarla ortak atadan gelen insanın bugüne kadar geldiğini öğrenmişti. Babası ise, “Her şeyi Allah yarattı” diyordu. “Allah, ‘Ol’ dedi, her şey bir anda oldu.” diyordu. Evrim teorisine de hiç inanmıyordu. Ama koskoca bilim adamlarına mı inanacaktı, yoksa babasına mı? Bu ikilem içerisinde yürümeye devam etti. O anda hafif bir yağmur yağmaya başlamıştı. İşte bu çok hoşuna gitmişti. Sonrasında düşünceler yine etrafını sarmıştı. Kendi kendine sorular sormaya başladı. Bu kadar yüksekten aşağı düşen yağmur taneleri neden hiç kimseye zarar vermiyordu? Buna şaşırmıştı! Daha önce hiç böyle düşünmemişti. Aslında yağan o yağmur taneleri, yanında durduğu deniz suyu gibi tuzlu olabilirdi. Ama nedense hiçbir zaman öyle olmuyordu. Aksi olsa ekinler zarar görebilirdi. Ya içecek suyu nereden bulacaklardı? Tüm bu düşüncelerin gölgesinde, uzun yürüyüşünü sonlandırıp nihayet eve ulaşmıştı. Üzerindeki hüzün bulutları annesinin dikkatinden kaçmamıştı. Annesi, onu mümkün olduğu kadar sıkmadan konuşturmaya çalışıyordu. Yemeği beraber yediler. Bu arada annesinin en sevdiği dizi başlamıştı. Biraz beraberce izlediler. Ayıp olmasın diye bir süre yanında kaldı. “Ben odamdayım.” diyerek kalktı. Sakin sakin çalan müziğin eşliğinde, eski günleri hatırladı. Murat’ı bir kez daha sevgiyle yad etti. Sonra birdenbire, patencilerden aldığı broşürler aklına geldi. Çantasından çıkarıp merakla tekrar okumaya başladı. Orada gördüğü internet sitelerinden birinde ‘’Zamansızlık ve Kader Gerçeği’’ yazıyordu. Hemen siteye girdi, okudukça şaşırdı, şaşırdıkça hayretler içerisinde kaldı. Merakla en sonuna kadar devam etti. Zamanın izafi olduğunu, maddenin mutlak varlık olmadığını, evrenin büyük patlamayla, bir anda yoktan var olduğunu tüm delilleriyle anlatıyordu. Evreni ve tüm canlılığı yoktan var eden Yüce Yaratıcı’nın zamandan ve mekandan münezzeh olduğunu, Allah katında her şeyin bir anda olduğunu, ömrümüz boyunca yaşadığımız her şeyin O’nun katında tek bir anda yaratıldığını anlatıyordu. Konuların hepsi bilimsel açıklamalarla destekleniyordu. Sonrasında ‘Kuran Mucizeleri’ adlı bir siteye girdi. Kuran’ın pek çok ayetinin günümüze bakan bilimsel bulgulara işaret ettiğini, 1400 sene öncesinden bildirilmesini, her birinin bir mucize olduğunu anlatıyordu. Mesela, “Şüphesiz Biz göğü bina ettik, onu genişleticiyiz’’ ayetinde, Büyük Patlama’dan sonra evrenin her yöne doğru, tıpkı bir balonun şişirilmesinde olduğu gibi genişlediği anlatılıyordu. Bunun gibi pek çok örneklerle, Kuran’ın Allah katından indirildiği, mucizelerle dolu olduğu ve hiç değişmeden korunarak günümüze kadar geldiği bildiriliyordu. Neşe, birkaç saatini bu sitelerde geçirdi. Saat çok geç olmuştu. Bugünlük bu kadar yeter diyerek yatağına çekildi. Uyumak istiyordu ama aklından şu sorular hiç çıkmıyordu; bu broşürleri dağıtanlar, bu siteleri yapanlar kimlerdi? Hiç para talep etmiyorlardı. Acaba nasıl insanlardı? İçini büyük bir merak kapladı. Daha önce hiç duymadığı, görmediği bir üslupla yazılmış, çok doyurucu, insanın sorularına net cevaplar veren mükemmel yazılardı okudukları. Acaba sitede bir iletişim adresi var mıydı? Yarın tekrar dikkatlice bakacaktı. Artık uyku zamanıydı.

Ertesi gün okula gitti. Dersler ona çok sıkıcı geliyordu. Bu aralar derslere hiç odaklanamıyordu ama en azından arkadaşlarıyla olmak, biraz da olsa ona iyi geliyordu. O gün ders çıkışında, konferans salonunda Bilim Kulübü’nün bir konferansı olacağı duyuruldu. İki konuşmacının gelip evrenin oluşumu hakkında konuşacakları ve merak edilen tüm sorulara cevap verecekleri söylenmişti. Sınıftan kalabalık bir grup konferansa gitme taraftarıydı. Arkadaşları, Neşe’yi de çağırdılar. “Sıkılırsan çıkarsın” diyerek ısrarcı oldular. Neşe, gönülsüz de olsa onları kırmamak için kabul etti. Salon tıklım tıklımdı. Merakla anlatılacakları bekliyorlardı. Büyük Patlama’nın nasıl gerçekleştiğinin detaylı anlatımıyla başlayan konferans, mükemmel görsellerle de desteklenmişti. Uzayın her yerinde aynı oranda radyasyonun olması gerektiği ve bunun KOBE Uzay Aracı tarafından tespit edilip doğrulandığı, dolayısıyla evrenin 14 milyar yıl önce, “0” hacimdeyken, Büyük Patlama’yla yoktan var olmasının bilimsel bir gerçek olduğu anlatıldı. En dikkat çekici noktalardan biri ise, bilim adamlarından yapılan alıntılardı. Mesela astrofizikçi Prof. Paul Davies, “Fizik kuralları, çok üstün bir dehanın ürünü gibi görünüyor. Evrenin bir amacı olmalı!” diyordu. Bir Matematik Profesörü olan Rager Perrose ise, “Demek istediğim şudur ki, evrenin bir amacı vardır, orada öyle bir şekilde rastlantı eseri var olmamıştır” diye ekliyordu. Tüm bu sözler, Neşe’nin düşüncelerinde bomba etkisi yaratmıştı. Evrendeki mükemmel denge için bilim adamları “ince ayar” kelimesini kullanıyorlardı. Bu kadar dengenin, yüzlerce ölçünün, bir arada aynı anda olması, adeta mucizeydi! Bilimde mucizeye yer yok diyenlere inat, aslında tüm bilim “mucizeler zincirinden ibaretti”. Neşe, bunu yakinen hissetmişti. Konferansın sonunda en hayret verici olan şey ise, konuşmacılardan birinin söylediği bir Kuran ayeti olmuştu. Şöyle diyordu; “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada türetip yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde, düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Bakara Suresi ,114). Tüm öğrenciler, bu sunumdan bayağı etkilenmişlerdi. Onlardan pek çok soru geldi. Konuşmacılar bunları da detaylı şekilde açıkladılar. Neşe, konuşmacılardan birinin yanına giderek kendini tanıttı. Karşısındaki genç konuşmacı ise, “Adım Tecelli, memnun oldum.” dedi. Neşe, konuşmalardan çok etkilendiğini, daha önce hiç hissetmediği bir kesinlikte Yaratıcı’nın varlığını hissettiğini, en son söylenen Kuran ayetinin de kendisi için son noktayı koyduğunu söyledi. “Aslında hayatımda birkaç gündür garip olaylar üst üste geldi. Birkaç gün önce, çok sevdiğim bir arkadaşımı kaybettim. İsyankar bir halde dolaşırken, aslında ilk mucizeye bana uzatılan bir broşürle şahit oldum. Oradaki internet sitelerine girdiğimde tıpkı sizin şu an anlattığınız tarzda benzeri anlatımlara rastladım. Kaderi biraz da olsa anlamama, mükemmel canlıları, evrendeki müthiş dengeyi görmeme, Kuran mucizeleri hakkında bilgi sahibi olmama sebep oldu. Bugün ise ikinci mucize, sizinle karşılaşmamdı. Daha önce okuduğum şeyleri adeta kalbime kazımama sebep oldu. Şu anki iç huzurumu, Allah’ın bana büyük bir armağanı diye düşünüyorum. Tecelli, tebessümle; “Bütün bunların farkına varmak, şuurunda olmak herkesin nasibi olmuyor. Pek çok bilim insanı, yüzlerce kat daha detaylı bilgiye sahip olmalarına rağmen, her biri birer mucize olan olayları görmezlikten gelip tesadüflerle açıklıyorlar. Allah’ın varlığını inkar ediyor, O’nun sanatını, mükemmel yapıtlarını takdir edemiyorlar. Görmek, senin için Allah’tan gelen büyük bir hediye. Sana karşılıksız verilmiş büyük bir lütuf. Ruhunun özgürlükle tanışma anı! işte bu yüzden onların farkına vardıktan sonra, sana yönelen bu karşılıksız nimetin karşılığını vermen gerekir. Şükretmek, dua etmek, ibadet etmek bunlardan sadece birkaçı. Ve tabi ki milyarlarca insanın yaşadığı bu dünyada iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak, onların vicdanını harekete geçirmek, gerçeğe ulaşmalarını sağlamak için çaba sarf etmek, Allah’ı çok çok sevip, O’nun nasıl sevilip takdir edilmesi gerektiğini insanlara anlatmaktır. Şu an dünyada yaşanan zulümlerin, savaşların tek sebebi, ‘Materyalist bakış açısının, tüm dünyada hakim olması’. Bizim yapmamız gereken ise, ‘Güçlü olanın hayatta kalmasını dikte eden Sosyal Darwinizm’i, Materyalist bakış açısını yerle bir etmektir’. Eğer bunu başarırsak dünya cennet bahçesine döner. İnan o gün, kurtla kuzu kardeş olur. Sevginin, aşkın, vicdanın devrede olması demek, tüm kötülüklerin yok olması demektir. Buzun güneşte erimesi ne kadar kolaysa, tüm kötülükler vicdanın devreye girmesiyle yok olur gider.”Neşe ve Tecelli’nin konuşması uzayıp gitti. “Tekrar görüşmek üzere…” diyerek ayrıldılar. O akşam eve dönerken Neşe’nin neşesine diyecek yoktu. Sanki üzerinden tonlarca yük kalkmıştı. “Mutluluğun resmini çiz” deseler, kendini çizmeye çalışırdı. Onun hayatı hiçbir dönemde bu kadar sürprizlerle dolu olmamıştı. Ertesi gün antrenmanda müthiş bir haber aldı. A Milli Takım’dan biri sakatlık geçirmiş, yerine onu çağırmışlardı. Avrupa Şampiyonası’nda mücadele edecek olan takımda yer alacaktı. Bütün takım onu çılgınca alkışladı. Sürekli yükselen performansı, ona bu kapıyı açmıştı. Şampiyonluk için Fransa’ya uçacaklardı. 2 hafta sonra yolculuk vardı. Bakalım hayatında daha nelerle karşılaşacaktı! Günler birbirini kovalayıp giderken, Neşe kendi içinde geçirdiği değişimi hayatına yansıtıyordu. Okuyup, yeni bilgilerle donanıp, insanlara bir şeyler anlatma arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Bu yüzden boş zaman kavramını hayatından kaldırdı. Pateniyle kayarken bile kulağında telefonuna indirdiği belgeselleri dinliyordu. Aslında evde kimseye söylememesine rağmen ibadetlerini yerine getirdiğine şahit olduklarında, ailesi de bu duruma çok sevinmişti. ‘Sayılı günler’ çabuk geçmişti. Ertesi gün Fransa’ya gideceklerdi. Neşe, Bayan Milli Takımı’nda ilk kez yer almanın haklı gururunu yaşıyordu. O gün, Tecelli onu yemeğe davet etmişti. Boğazda hoş manzaralı bir mekanda yemek yediler. O kadar güzel bir sohbet olmuştu ki, hiç bitmesin istedi. Arkadaşları da en az onun kadar iyiydiler. Söz döndü dolaştı, Neşe’nin Fransa’ya, Milli Takım’la yapacağı seyahate gelmişti. Ona, Allah’tan kazasız belasız bir yolculuk ve sakatlanmayacağı maçlar dilediler. Neşe, “Diğer yabancı sporcularla sohbet ortamı olabilir. Olursa onların İslam’a ön yargılı bakış açılarını nasıl kırabilirim?” diye sordu. Kolej mezunu olan Neşe’nin akıcı bir İngilizcesi vardı. Tecelli, “Aslında senin modern-dindar yapın en güzel tebliğ şekli. Onlara candan ve içten sevgini hissettirip, tüm güzellikleri veren Rabb’imize bir yemek sırasında sözlü bir teşekkürün bile çok etkili olur. Mesela sohbet sırasında yatarken dua ettiğini söylemen bile dikkat çeker. Ama en önemlisi ön yargıları yıkman olur. İslam’ın terör dini olmadığını anlatman, bu konuda hazırlanmış bir kitap hediye etmen çok çok etkili olabilir. Özellikle bu konularla ilgili pek çok dilde hazırlanmış internet sitelerinin adreslerini vermen, onları bambaşka ufuklara götürecektir.” dedi. Konuşmalar uzayıp gitti. Sonunda, Neşe müsaade istedi. Eve gidip son hazırlığını yapmalıydı. Ertesi sabah uçağı vardı. Tecelli ve yeni arkadaşlarından ayrılmak güç gelse de vedalaşıp yola koyuldu.

Sabah havaalanına erkenden gelmiş, sonrasında da takımla buluşmuştu. Televizyon kanallarından çekim yapanlar vardı. Yolcuların bir kısmı da başarı dileklerini iletiyorlardı. Nihayet Türkiye’den ayrılıp Fransa’ya ulaşmışlardı. Çok büyük bir alan tüm sporcuların kalacağı ayrı bölümler şeklinde inşa edilmişti. Ayrıca koşu pistleri, spor salonları, açık-kapalı pek çok saha mevcuttu. Türk kafilesi kalacağı bölüme yerleşmiş ve üzerlerindeki şaşkınlığı atıp etrafı tanımak için yürüyüşe çıkmıştı. İlk işleri antrenman salonlarını görmek oldu. Yol yorgunu oldukları için ilk idman, sabah olacaktı. O akşam tüm takım oyuncularının yer aldığı bir yemek vardı. Vakit geldiğinde kızların hepsi en güzel kıyafetleriyle davete gelmişlerdi. Avrupa’nın pek çok ülkesinden insanlar vardı. Türk Takımı’nın ürkekliğini Neşe bozdu. Yunanlı sporcuların yanına giderek sohbete koyuldu. Onlar da gayet sıcak davrandılar. Bir ara takım olarak Alman Takımı’nın yanına gittiklerinde büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Nesrin isminde bir Türk kızı, Alman vatandaşı olduğu için Alman Milli Takımı’nda oynuyordu. Onunla çok koyu bir sohbete daldılar. Neşe, kısa süre sonra Nesrin’le fazlasıyla kaynaşmıştı. Onu İstanbul’a davet etti. Diğer ülkelerin kızları da hep içten, sıcakkanlıydılar. Fransızlar da ev sahibi olmanın gereğini yerine getiriyorlardı. Herkes ile çok dostane ve samimiydiler. Neşe, bu güzel atmosferin tüm dünyada neden sürmediğine anlam veremese de, aslında gerçek sebebini biliyordu. Sevgi olunca, her yer, her şey güzeldi. O akşamı ömrü boyunca unutmayacaktı! Birbirini tanımayan farklı ülke insanlarının, kısa sürede kaynaşması, bir arada olması önemsenecek bir durumdu.

Ertesi gün antrenman olacağı için bütün gruplar saat on bir gibi dağılmıştı. Sabah Türk Takımı idmana çıkmış, hırsla çalışıyordu. Koçları onlara sürekli uyarılarda bulunuyordu, yeni taktikler veriyordu. Nihayet antrenman sona ermiş, kızlar dinlenmeye çekilmişlerdi. Neşe, kulaklığını takmış, telefonuna indirdiği sesli kitapları dinliyordu. Tam bu sırada yan odadan arkadaşı Bahar koşarak odasına girdi. “Duymuyor musun, silah sesleri!” diye bağırdı. Neşe, kulaklığı çıkardığında, adeta şok olmuştu. Hiç kesilmeyen silah sesleri geliyordu. Hemen ikisi de odayı kilitleyip içerde sessizce beklemeye başladılar. Birkaç dakika sonra, büyük bir patlama sesi duyuldu. Neşe çok korksa da camın kenarından dikkatlice dışarı baktı. Her taraf dumanlarla kaplıydı. 5 dakika sonra bütün silah sesleri kesilmiş, etrafı siren sesleri kaplamıştı. İkisi de panik halde beklemeye devam ettiler. Neşe, Bahar’a “Allah hepimizi kötülüklerden korusun diye dua edelim” diye hatırlatmada bulundu. Bahar da “Haklısın.” dedi. Sonunda, odaya gelen yardımcı antrenörden herkesin giriş katında toplandığını öğrendiler. Bütün takım büyük bir korku yaşıyordu. Milli Takım güvenlik amiri sonunda bir açıklama yaptı. Bir terör saldırısı olmuş ancak polisin önceden aldığı tedbirlerle, sporcuların hiç birine zarar gelmemiş, birkaç güvenlik görevlisiyse hafif yaralanmıştı. Teröristlerin yerleştirdiği bir bomba tespit edilip kontrollü şekilde patlatılmıştı. Sakin bir şekilde, hep beraber beklemeleri gerektiğini söyleyerek konuşmasını sonlandırdı. TV kanallarını açtıklarında saldırıyı, İslami bir terör örgütünün üstlendiğini öğrendiler. Neşe, “Olamaz!” diye sessizce mırıldandı. O, Allah’ı, dini insanlara sevdirmeye çalışırken, “Şu vicdansızların yaptığına bak.” diye söylendi. Birkaç saat sonra ortalık iyice sakinleşmiş, güvenlik kontrolleri bittikten sonra kızlar hava almak için dışarı çıkmışlardı. Çevreden hala barut kokuları geliyordu. Uzakta sıra sıra dizilmiş yayın araçları görülüyordu. Yolda diğer takım oyuncularıyla karşılaşınca birbirlerine sarılıp, geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Alman Milli Takımı’yla da yürürken karşılaştılar. Neşe’nin gözleri Nesrin’i aradı, görür görmez sarıldılar. O an çok uzun konuşamasalar da Neşe ona, “Akşam seni odandan telefonla aramak istiyorum, söylemek istediğim önemli şeyler var, görüşelim.” diyerek ayrıldı. O gün bütün antrenmanlar iptal olmuştu. Bu arada Neşe’nin İstanbul’dan ailesi, Amerika’dan abisi merak içinde onu aramıştı. Amerika’daki tüm kanalların, İslamcı teröristlerin büyük bir katliama kalkıştıklarını söyleyerek Müslümanlara ve Müslümanlığa karşı önyargılı yorumlarla saldırdıklarını öğrenmişti. Abisi bundan çok rahatsız olduğunu ama çaresizce seyrettiğini Neşe’ye anlatmıştı. Neşe de “Aynı şeyleri bende burada yaşıyorum, seninle durumumuz farksız” diye eklemişti. İyi olduğunu, merak etmemelerini söyleyip telefonu kapatmıştı. Akşam olup odaya çekilince, Neşe söylediği gibi Nesrin’i aradı. Olanlardan bahsetti. Sözü bu barbarlığı yapanlara getirip, adlarının İslami terör örgütü olarak anılmasının kendisini çok çok rahatsız ettiğini söyledi. “Bizim gibi yüz milyonlarca Müslüman’a, bir avuç terörist yüzünden, dünyanın her yerinde tavır alınması, aynı zamanda dinimizi de yanlış yorumlamaları büyük haksızlık” dedi. “Bence bizim o teröristlerden daha cesur olup bunun için bir şeyler yapma zamanımız çoktan geldi.” dedi. Nesrin de kesinlikle katıldığını, her türlü yardım ve desteğe hazır olduğunu söyledi. Neşe, “Bence sesimizi bütün dünyaya duyurmalıyız. Kafile başkanlarımızdan izin alıp bütün TV kanallarını davet edelim. Müslüman 2 genç kız olarak tüm dünyaya İslam’ın gerçek yüzünü gösteren bir mesaj verebiliriz.” dedi. Nesrin, bu fikre bayıldığını söyleyerek, “Ben, Almanca ve Fransızca yayın yapan TV kanallarını, sen de İngilizce yayın yapanları ararsın” diyerek Neşe’yle anlaşmıştı. Telefonu kapattıktan sonra ikisi de kafile başkanlarına durumu anlatıp izin istediler. Bir-iki telefon konuşmasından sonra, Spor Bakanlığı ve Dışişlerine danışıp bu fikre destek aldılar. Nesrin de izin almayı başarmıştı, heyecanla tüm kanalları arayıp, yarın öğlenki basın toplantısını duyuruyordu. İkisi de pek çok kanalı arayarak her yere haber vermişlerdi. Bu arada, Neşe’ye beklenmedik bir telefon gelmişti. Tecelli, Neşe’ye ulaşıp geçmiş olsun dileklerini iletmek için aramıştı. O da hemen ertesi günkü basın toplantısı fikrinden bahsetti. Tecelli, “Mükemmel düşünmüşsünüz, Allah’ın size ilhamı olmuş adeta! Rabb’imizin çok seveceği bir olaya imza atmak üzeresiniz” diyerek Neşe’yi iyice şevklendirmişti. “Bizler de Türkiye’den ve dünyanın her yerinden tüm Müslümanlar olarak size destek veririz. Twitter’da, dünya gündeminde, ‘İslam Terörü Lanetler’ başlığıyla bir numara olmaya çalışıp, tüm dikkatleri bu konuya çekeriz. Ayrıca bütün sosyal mecralarda, mükemmel görsel ve harika içeriklerle İslam’ın terörle bağdaşmayacağını, İslam’ın sevgi ve barış dini olduğunu anlatan paylaşımlar yaparız.” dedi. Son olarak da “Allah’ın bizleri her an gördüğünü, koruyup kolladığını hep aklımızda tutmalıyız.” diyerek sözlerini noktaladı. Ertesi gün, Neşe ve Nesrin, en şık kıyafetleriyle basın toplantısının yapılacağı yere geldiler. Twitter’da da dünya gündeminde, “İslam Terörü Lanetler” etiketi 1 numaraydı. Teröristlerin yaptığına inat, sosyal medyada inanılmaz güzel paylaşımlarla pek çok insan, İslam’ın o sıcak yüzünü tüm dünyaya gösteriyordu. Nihayet basın toplantısı başlamak üzereydi. Salon hınca hınç doluydu! CNN, NTV, NBC, ABC, ZDF, sayılamayacak kadar çok TV kanalı, pek çok ünlü gazetenin muhabirleri oradaydı. Neşe ve Nesrin el ele tutuşarak söze başladılar. İlk sözleri “İslam terörü lanetler” olmuştu. İslam’ın ‘barış, esenlik’ anlamına geldiğini, Peygamberimiz’in dünyanın en şefkatli insanı olduğunu, insan seçmeden herkesle kardeşçe yaşadığını söylediler. Onun kinden, nefretten, öfkeden çok uzakta olarak, Allah aşkıyla herkese örnek olduğunu anlattılar. Masum ve günahsızların canına kastedenlerin dinden çok uzakta olduklarını özellikle vurguladılar. Neşe, ülkelerine milyonlarca yabancının tatile geldiğini, herkesin onlara çok iyi davrandığını, pek çok yabancı uyruklunun Türkiye’de ev satın aldığını, birçoğunun burada evlilikler yaptığını söyledi. Aslında bu saldırıları yapanların İslam’a zarar vermeye çalışan insanlar olduğunu belirttiler. Neşe sözlerinin devamında Allah’ın tüm insanlara sayılamayacak kadar çok nimet verdiğini, insanların bunun farkında olmasının çok önemli olduğunu söyledi: “Örneğin hepimizi zararlı ışınlardan koruyan bir atmosferimiz, bizi ısıtan Güneş’imiz, yağmur getiren bulutlarımız, içinde sayılamayacak kadar nimet barındıran denizlerimiz, toprağın altından hiç bıkmadan çıkan bitkilerimiz, et, süt, yumurta fabrikası hayvanlarımız, doğayı taklit ederek yaptığımız pek çok teknolojik aygıtımız olduğunu unutmamalıyız. Tüm bunların yanında sevgi, şefkat, merhamet, vicdan, dostluk gibi güzel duygularımız; iyilikten, güzellikten, sevmekten, gülmekten, mutluluktan hoşlanan ruhumuz var. Biz eğer dünyadaki tüm güzelliklerin Yüce Yaratıcı’nın sıfatlarının birer yansıması olduğunu düşünüp anlarsak, o zaman her canlıya Allah aşkıyla, müthiş bir sevgi duyarız. Ona en ufak bir zarar vermeyi aklımızdan dahi geçiremeyiz. İşte bizim dinimiz tam da bu bakış açısıyla, dünyanın her yerini, sevgi bombardımanına tutmuştur. Tıpkı Hristiyanlık’ta, Musevilik’te olduğu gibi tüm dinlerin Allah Katından gelmesi sebebiyle aynı mesajları ve benzer mantıkları içerir. Dinden uzakta yaşayan insanlara da sevgiyle, güzellikle, iyilikle davranır. İşte tüm bu sebeplerle de biz, 2 Müslüman genç kız olarak, dünyadaki tüm insanları, hiçbir fark gözetmeden çok seviyoruz, kardeşimiz olarak görüyoruz. Son söz olarak, sizlere buraya geldiğiniz için, çok teşekkür ederken, hepimizi tüm kötülük ve belalardan Allah korusun, hoşça kalın diyoruz.”

Sözlerin bitimiyle basın mensupları, bu 2 genç kızı ayakta alkışlayarak onlara büyük bir jest yaptılar. O gün tüm dünyada gündem Neşe ve Nesrin’in, 2 genç kızın yaptığı basın toplantısıydı. Manşetlerde “İslam terörü lanetler” baş köşedeydi! Neşe, çok kısa sürede, Rabb’ine duyduğu aşktan kaynaklanan coşkuyla güzel şeylere vesile olmuştu. Rabb’i onun içten duasına cevap vermiş, bu yaşında milyonlarca insana İslam’ın güzel mesajlarını en doğru şekilde vermeyi nasip etmişti. Bu arada şampiyona devam etmiş, takımımız 3. olarak bronz madalya kazanmıştı. Dönüşleri muhteşem olmuş, binlerce kişi milli takımımızı havaalanında karşılamıştı. Hem bu başarı hem de Neşe’nin toplantıda verdiği mesajlar sebebiyle, farklı bir coşku her yeri kaplamıştı. O günden sonra Neşe, Tecelli ve diğer arkadaşlarından hiç kopmadı. Spor ve eğitim hayatı başarılarla geçerken, o büyük aşkı sebebiyle hayatının her anında Allah sevgisini, Yaratıcı’nın varlığının delillerini, İslam’ın insanın ruhunu özgürleştiren yapısını, Kuran mucizelerini, dostluğu, kardeşliği, sevgiyi hiç vazgeçmeden anlattı…

Sonsuz zaman önce tanıştığı cennet kardeşleriyle, ömrünün sonuna kadar huzur içinde yaşadı!

NE MUTLU CENNET KARDEŞİ OLANLARA!